3 Eylül 2011 Cumartesi

GEZİLESİ YERLER


Yaz gelip de tatil moduna girmemek olur mu? Gerek internet de gezindiğim sayfalarda, gerekse aldığım gezi dergilerinde gidilesi, görülesi yerlerin listesi kabardıkça, maddi olarak bununla başa çıkmak için ya merkez bankasını soymak gerektiği ya da çok zengin bir amcanın vefatı ile bir mirasa konmak gerektiğinin ne kadar elzem olduğunu fark ediyorum. Yine de şimdiye kadar gezip görebildiğim ülkelerin anıları ruhumu idare etti. Fakat gelecek sene illa ki bununla yetinmeyip bir yerlere kaçmak gerek. Ya da noele yakın Londra’yı yaşamak gerek. Işıl ışıl.

Seyahat listemi yapmaya yeni başladım. Ne de olsa hayal kurmak bedava.

Alaçatı

Gidenlerin Türkiye’deki Fransız sahil kasabası olarak nitelendirdiği Alaçatı Çeşme’de. Arnavut kaldırımlı taş sokaklarını, yel değirmenlerini, iki katlı taş evlerini merak ediyorum. Kumru yemeyi, sakız muhallebesini tatmayı istiyorum. Dar sokaklarında sıra sıra inci gibi dizilmiş cafe ve barlarında, Ege akşamlarının tadını çıkarmak istiyorum.

Meraklısı için : alacati-rehberi.com

Bozcaada

M.Ö ikibin yıllarına dayanan geçmişi ile, Truva savaşında en önemli limanlardan birine ev sahipliği yapmış olan Bozcaada’nın festivalleri, rüzgar gülleri, Çanakkale’den adaya gelirken sizi karşılayan heybetli kalesi, Rum ve Türk mahalleleri, Göztepe’nin (Adanın en yüksek tepesi) nefes kesen manzarası, gelincik şurubu, deniz ürünleri kulağa oldukça cazip geliyor. Şarap fabrikaları, Ayazma Manastırı ve daha neler neler. Gitmek lazım.

Meraklısı için : www.bozcaadarehberi.com

Monaco

Ceneviz kolonisi olarak kurulmuş olan Monaco, Vatikan’dan sonra ikinci en küçük devlet. Benim için cazipliği ise, çocukluğumun prensesi Grace Kelly’nin vatanı olması. Siyah beyaz filmlerinde izlediğim kadının, Hollywood’dan Monaco’ya, kraliyet ailesine uzanan hayatı bir trajedi ile sonlanmış olsa da, onun nefes aldığı, yürüdüğü caddelerde yürümek istiyorum. II.Dünya savaşı sırasında bir çok Monaco vatandaşının yahudi toplama kamplarına gönderilmesinin anısına açılmış olan müzeleri görmek istiyorum. Monaco, meraklıları için Avrupa’nın Las Vegas’ı olsa da, tarihi sınırlarından çok daha büyük olan bir ülke.

Meraklısı için : www.visitmonaco.com

Liste uzayıp gider. Şimdilik bu kadar diyelim. Yine kaldığımız yerden devam edeceğiz. İyi pazarlar.

BAŞUCU NOTLARI

Beni tanıyanlar bilir. Okuduğum kitabı eğer beğendiysem mutlaka o kitabı dostlarla paylaşır onlara da tavsiye ederim. Aynı heyecana, mutluluğa ya da aynı derse ortak olmaları için. Hele bir de kitabı en az benim kadar beğendilerse değmeyin keyfime. Son yıllarda, okuduklarımdan aldığım notlardan oluşan defterlerin sayısı iyice artmaya başladı. Bu notları yeniden okuduğumda, son derece bilge birinin hayat dersine katılmış gibi hissederim kendimi. Bu derslerin yararını mutlaka görmüşümdür. Başucu notlarının ilki olan bu yazımda sizinle bazılarını paylaşmaya başlıyorum. Zaman zaman ‘Başucu notları’ na kaldığımız yerden devam edeceğiz.

PAULO COELHO – SİMYACI

Bir şeyi gerçekten istersen, onu gerçekleştirmen için bütün evren işbirliği yapar.

Bir şeye karar vermek başlangıçtan başka bir şey değildir. İnsan bir şeye karar verdiği zaman, karar verdiği sırada hiç öngörmediği, düşünde bile aklına gelmeyen bir yöne doğru, şiddetli bir akıntıya kapılıp gidiyordu.

Yüreğini dinlemek zorundasın; çünkü onu susturmayı hiçbir zaman başaramazsın. Hatta onu dinlemiyormuş gibi yapsan da o gene oradadır, göğsündedir; hayat ve dünya hakkında ne düşündüğünü sana tekrarlamayı sürdürecektir. Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz. Bu nedenle en iyisi onun söylediklerini dinlemek. Böylece, kendisinden beklemediğin bir darbe indirmeyecektir kesinlikle sana.

JOHN STEINBECK – FARELER VE İNSANLAR

Burada birinin geceleyin oturup kitap okuduğunu veya düşündüğünü göz önüne getir. Bazen arpacı kumrusu gibi düşünür; ama düşündüğü doğru mudur, değil mi, söyleyecek bir can bulunmaz yanında. Bir şey görecek olsa, gerçek mi, değil mi, bilemez. Yanında oturan birine dönüp sen de görüyor musun bunu, diye soramaz. Hiçbir şeyden emin olamaz. Bir ölçü yoktur elinde. Burada neler gördüm ben. Sarhoş da değildim. Uykuda mıydım, bilmiyorum. Yanımda biri olsaydı, rüyanda görmüşsün sen onu, derdi, ben de artık düşünmezdim. Ama şimdi bilemiyorum.

OSCAR WILDE - DORIAN GRAY’IN PORTRESI


İnsanoğlu bedeniyle ya da kafasıyla başkalarından ayrıldı mı, uğursuzluk peşini bırakmaz.

Sıradan kadınlar insanın düş gücünü hiç etkilemez. Yaşadıkları zaman sınırları içinde kalırlar. Hiçbir ışık başka biçime sokmaz onları. Şapkaları gibi kafalarının içini de görürsün. Nerede istersen bulursun onları. Gizemden, anlaşılmazlıktan yoksundurlar. Sabahleyin parkta atla gezerler, öğleden sonra da çay toplantılarında çene çalarlar. Gülümseyişleri modaya göre, davranışları modaya göredir. Tabak gibi ortadadırlar.

4 Ağustos 2011 Perşembe

DEMIR LADY


Demir Lady lakabı ile anılnan İngiliz siyasetçi, eski başbakan Margaret Thatcher’in biyografisini anlatan ‘IRON LADY’ isimli film, 2012 Ocak ayında gösterime girecek. Bu filmin benim için önemi ise Margaret Tharcher’e beyaz perdede can verecek olan kişinin Meryl Streep’in olması. Filmin fragmanını büyük bir heyecanla izlediğimde, makyaj yardımı da olsa, Merly Streep’in eski başbakana ne kadar benzediğini görmek beni çok şaşırttı. Daha evvel fark etmemiştim.

Hepimizin yıldızları vardır. Benimkilerin başında Meryl Streep geliyor. Büründüğü karakteri, yanıbaşımızda hissettiren, oyunculuk yeteneğini sıfatlandırmak için kelimelerin kifayetsiz kaldığı Meryl Streep.

Hayatıma girişi 1978 yılında Oscar kazandığı ve başrollerini Dustin Hoffman ile paylaştığı ‘Kramer Kramer’e karşı’ filmi ile olmuştur. O zaman çocuk aklımla filmdeki mesajı pek kavrayamamış olsam da, bu bakışlarında hüzün olan, sade ve duru güzellikten ne kadar etkilendiğimi hatırlıyorum. Ardından ‘Sophie’nin seçimi’ filmi ile Oscar kazanan Meryl Streep, bir annenin yaşadığı dramı o denli başarı ile gözler önüne sermişti ki, filmdeki karakter Sophie’nin acısı, hala bir yara gibi yüreğimin derinliklerinde saklı durur. Akademi ödüllerine en çok aday gösterilen kadın oyuncu rekorunu elinde tutan Meryl Streep, 82. Akademi Ödülleri (Oscar töreni) gecesinde tıpkı Alec Baldwin’in söylediği gibi, her sene aday gösterildiği için aslında her sene Oscar ödülünü evine götürmüş gibi hissediyor olmalı. Yaşamı boyunca bir çok ödülü kucaklayan aktris, Altın Küre Ödülü’nü en çok kazanan aktris ünvanını da elinde tutuyor.

Mamma Mia müzikalinin, beyaz perde versiyonunda yer alması ile ilgili olarak kendisine ‘ Bu tür bir filmde Meryl Streep’in rol almış olmasının bir çok kişiyi çok şaşırttığını ve bu kararı nasıl aldığını soran muhabire şu cevabı veriyor ‘Ergenlik savaşları yaşadığım çocuklarımı hem utandırmak hem de şaşırtmak istedim’ derken kahkahalar atıyor. Mamma Mia oyununu, Londra’da sahnede izlerken, o muhteşem görselliğe rağmen gözlerim kalabalıkta hep onu aramıştı. İşte bu onun gücü.

Mamma Mia müzikalini sahnede ve beyaz perdede yönetmiş olan Phyllida Llloyd, Iron Lady filminde de yine yönetmen koltuğunda. Phyllida Llloyd gelmiş geçmiş en büyük gişe başarısı göstermiş olan bir İngiliz yapımı filmin yönetmeni olması ile ününe ün katmış durumda. Sözün kısası Meryl Streep filmlerini kaçırmayın derim. İlgilenenler için sanatçının web adresi www.simplystreep.com.

5 Temmuz 2011 Salı

KIRMIZI KARAVAN


Küçükken hayali bir karavanım vardı. Onu ya görmek istediğim ülkelere gitmek için, ya da kızılderililerden kaçmak için kullanırdım. Son derece konforluydu. Tıpkı küçük bir ev gibi. Yola çıkmadan önce yolculuk için uzun bir hazırlık yapardım. Küçük plastik bir yemek masası ( ne de olsa yemek yemek için mola verecektim) , plastik çay takımım, kızılderilerden ya da yabani hayvanlardan korunmak için plastik tabancam, annemin tüm söylenmelerine rağmen bulabildiğim her çeşit örtü ve battaniye. Örtü ve battaniyeler, kimi zaman çadır görevi görür, kimi zaman ise hava şartlarından dolayı karavanda mahsur kaldığım gecelerde beni ve yolcularımı ısıtma görevini üstlenirlerdi. Mutlaka bir fener. Gece kaybolmamız halinde, yolumuzu aydınlatacaktı. Karavanımla gittiğim ülkelerde yeni insanlar tanırdım. Onlardan yeni şeyler öğrenir, ben de onlara okula öğrendiğim şarkılarla, bir kaç İngilizce kelimeyi öğretirdim.

Sonra büyüdüm.

Karavanımın yerini aile arabamız aldı.

Korunma ihtiyacı duyacağım diyarlardan hep uzak durdum.

Çay takımımı, piknik seti ile değiştirdim.

Yolcularım ailem ve en iyi dostlarım oldu.

Sonra hayalini kurduğum diyarlara gitmeye başladık bir bir.

Çocukken ismi olmayıp, büyüdüğümde varolduklarını öğrendiğim ülkelere.

Hayallerim bir bir gerçeğe dönüşmeye başladı.

Uzun seyahatlerin birinde Alman bir çifte İngilizce yerine, bir kaç kelime Türkçe öğrettim. Onlar da bana Almanca.

Bir başka seyahatte, İspanyol bir aşçıdan Paella’nın nasıl pişirileceğini.

Bilmediğim tatlardan zevk almayı öğrendim.

Gezdikçe, gördükçe, yaşadığım yerin sınırları dahilinde değil, kendimin dünyaya ait olduğumu kavradım.

Bavulumda biriktirdiğim onca hatıra benimle her yere geldi.

Kendi beynimde sınırsız yaşadım.

Özgürleştim.

Yaşanmışlıklarımızın ortak paydalarda kesiştiği diğer insanlarla paylaşırken çoğaldım.

Birbirimizden farklı olmanın bizi ne kadar zengin kıldığını öğrendim.

Kimseyi ötekileştirmedim, bilakis herkesi gökkuşağımın renklerine kattım.

Ve şimdi geriye dönüp baktığımda, hayalperest olmanın ne kadar harika olduğunu bir kez daha anlıyorum.

İmkansızlıklar ülkesinin kapılarının zorlansa da açılabileceğini, aslında hepimizin derinliklerinde bir yerlerde, o kapıyı açacak cesaretin olduğunu biliyorum.